7 Ocak 2016 Perşembe

Tanrı'nın kırbacı Attila (Scourge of God)

Gökyüzünde yaş yağdıran bir bulut
Güneş yaslara bürünmüş batıyor
Altın, Gümüş ve çelikten bir tabut
Bu tabutta hun güneşi yatıyor.

Çocukluğundan itibaren sıkı bir savaş ve devlet eğitimi alan, amcasıyla beraber bütün savaşlara katılan; demir bilekli, çelik yürekli bir Türk asilzadesiydi. Kardeşi Bleda (bu isim de Türkçe bir adın veya unvanın bozulmuş şekli olsa gerek; belki Boyla?) daha zayıf olduğundan; hükümdarlıkta ciddî bir talebi olmamış; bir süre devletin idaresinde kardeşine yardımcı olduktan sonra her ne kadar Attila tarafından öldürüldüğü söyleniyorsa da; bilinmeyen bir sebeple 445 tarihinde ölmüştür. Başbuğ Attila 434 yılında Bizans’a diz çöktürdü. Kostantiniya veya Margus Barışı diye bilinen antlaşmaya göre; Bizans hiç bir surette Türklerin düşmanlarıyla ittifaklara girişmeyecek, Türk yurdundan kaçanlara kucak açmayacak ve her yıl ödediği vergiyi iki katına çıkaracaktı. Attila da tıpkı dedesi Yuldız gibi, Roma’ya iç karışıklıklarla boğuştuğu bir sırada yardımda bulundu. Birçok yabancı kavmi Türk hâkimiyeti altına aldı. Doğu Roma’ya, yani Bizans’a 441-442’lerde taarruz ettiği gibi, 447’de Balkanlara ikinci defa yürüdü. Dünyanın tek efendisi hâline gelen Attila’yı Romalılar ortadan kaldırmak için bir suikast plânladılar. Attila’nın nezdine giden bir elçilik heyetine sokulan bir casus Attila’yı öldürmekle vazifelendirildi. Ancak bu heyette bulunan Eçe-kun/Ede-kun (kaynaklarda bu şahsın adı da farklı kaydedilmektedir) isimli bir Türk durumu öğrenince, bunu Attila’ya haber vermiş; o da suikastçilere suçlarını itiraf ettirdikten sonra Roma imparatorunu aşağılamıştır. Bundan sonra Başbuğ Attila’nın daha önce kendisine bir nişan yüzüğü gönderen III. Valentinianus’un kız kardeşi Honoria’nın evlilik teklifini kabul ettiğini bildirerek; Roma imparatorluğunda hak iddiasında bulunduğunu görüyoruz. Macaristan’daki merkezlerinden 451 senesinde hareket eden Türk ordusu, Galya’ya girdi. Haziran 451 tarihinde Roma ordusunu Attila’nın kuvvetleri “Turan Taktiği”yle mağlup etti. 452’de Po Ovasına daldı. Hattâ bir korku ve telâş başladığından; Papa I. Leo’yu bağışlanmak üzere Romalılar, Attila’ya yolladılar. Artık, her iki Roma da Türk hakanına boyun eğmiş, sıra doğudaki Sâsânî İmparatorluğuna gelmişti. Ancak düşmanları Attila’dan kurtulmanın başka bir yolunu buldular. Avrupa’nın en güzel kızlarından birisini ona zevce olarak yolladılar. 453 senesinde altmış yaşlarındayken, Attila bu kız tarafından zehirlenerek, ortadan kaldırıldı.


İstanbul'u İlk Kuşatan Türk Devleti Avarlar



Konstantinopolis 626 kuşatması, Avar – Sasani ortak kuşatmasıdır ve bir Türk devleti tarafından gerçekleştirilen ilk İstanbul kuşatmasıdır. Roma İmparatoru Herakleios döneminde meydana gelen kuşatmanın gelişimi ile ilgili 2 farklı hikâye vardır. Birincisi; İran Sasani ordusunun önden gelerek Kadıköy ve Üsküdar civarına yani Tarihi Yarımada’nın tam karşısına yerleştikleri, karşı kıyıya geçmelerine yardımcı olmak için de Avarların desteğe geldiği yönündedir. İkincisi rivayet ise; Avarların önden gelerek Konstantinopolis’i kuşattıkları ve müttefik Sasani ordusunun desteğe geldiği yönündedir. Her halükarda Avarlar İstanbul’u 626 yılının Temmuz ayında 2 hafta süreyle kuşattılar. Galata tarafında üstlenerek Marmara denizinden ve Haliç’ten saldırıya geçtiler. Aslında bu yıllar Avar Kağanlığının hâkimiyetinin zayıfladığı yıllardı. Avar Kağanı Onogunduri’nin hükümranlığı altında bulunan ve onun adına savaşan Slav, Bulgar ve Gepid kavimlerinin başkaldırmaya başladıkları dönemdir. Biraz bu durumun etkisiyle ama çoğunlukla da aşılması neredeyse imkânsız surların etkisiyle bu saldırılar pek başarılı olmadı. Sonuç olarak gemileri Roma donaması tarafından batırılan Avar Türkleri ile 2.Pers İmparatorluğu da denilen Sasaniler, geride bıraktıkları her şeyi yakarak İstanbul önlerinden ayrıldılar.

5 Ocak 2016 Salı

Spartacus ve Hollywood Effect

TARİH CRASSUS'U HATIRLAMAZ AMA SPARTACUSU HATIRLAR



Günümüzde yerli ve yabancı tarihi diziler ve filmler çok beğenilmiştir. Bu dizilerin çıkış noktaları genel olarak gerçeğe yakın olsa da çok fazla eksiklik ve olmayan eklemeler vardır.Bence eğer tarihten yaşanmış bir olay kalıp alınarak bir iş yapılıyorsa bunun mümkün olduğunca gerçek akışına uygun devam ettirilmesi gerekmektedir. Çünkü sırf bu dizi ve filmleri izleyerek tarih hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışan kişiler yanlış fikir ve düşünce yapısı içine girebilir. Bu yüzden bu konularda daha dikkatli olunmalıdır.

Spartacus tarihte demokratikleşme adına yapılan ilk isyan olarak kabul edildiği için dikkatimi ve ilgimi çekmiştir ve bu yazımda dizisinde ki bazı eksikliklere ve gerçekliğe değinmek istedim.

Spartacus antik Trakya'da doğmuş ve roma adına savaşıp ordudan kaçmasıyla savaş esiri olarak Capua şehrindeki gladyatör okuluna infaz edilmek üzere gönderilen bir askerdir. Bahsedilene göre gücü, kuvveti yerinde aynı zamanda zeki ve kültürlü biridir. Gladyatör okullarında ki yapı cosmopolitan olup farklı dilde ve ulustan kişilerce oluşturulmuştur ve birlik olup bir harekete kalkışmaları zor olarak görülmekteydi. Ama Spartacus farklı milletlerden olan Crixus ve Enenous ile birlikte 80 kadar gladyatörü örgütleyerek MÖ.73 yılında okuldan kaçmayı başarıyorlar ama kaçışları dizideki gibi insanları öldürüp değildir mutfak bıçaklarını alarak kaçarlar. Ve gene dizideki gibi amaçları özgürlük mücadelesi ve Romayı yıkmak değil bir an önce Kuzey Alple'den ülke sınırını geçmektir. Roma o dönem bir iç karışıklıkla uğraşıyordur ve bu ufak isyana gereken önemi vermez. Spartacus ve arkadaşları Vezüv yanardağına saklanarak Romanın gönderdiği ufak birlikleri mağlup ederek silah ve mühimmat toplarlar. Zaman geçtikçe bu köle isyanı haberi ülkede duyulmaya başlıyor ve pek çok kadın, çocuk, yaşlı köle kaçarak isyana katılıyor ve sayıları ortalama 10.000 civarına ulaştığı söyleniyor. Yol üstündeki soylu Roma vatandaşlarına ait konakları yağmalayarak servet elde ediyorlar. Ama bir şekilde Kuzey Alpler den kaçamıyorlar ve Roma bu isyanı ciddiye alarak dönemin ünlü generalı Crassus'u ayaklanmayı bastırması için görevlendiriyor. Roma ordusu MÖ.71 yılında Spartacus ve yandaşlarını mağlup ediyor ve ibret olması için 6.000 kadar köleyi Appian şehri patikasına çift şerit halinde çarmıha gererek öldürüyor. Ama Spartacusun cesedi Romalılar tarafından hiçbir zaman bulunamıyor.

Gladyatörler


Not: Yazdığım bilgiler mitlere, dönemin tarihçilerinin aktardıklarına, mezar taşlarına ve gladyatör okulunun tuttuğu verilerin yorumlanmasına dayanarak yazılmıştı

Geçerli inanışa göre gladyatör oyunlarının oluşumu yunanlıların bir adetinden esinlenerek doğmuştur.
Yunanlıların ahiret inancına göre varlıklı bir kişi ölürken köle kanı dökülüşüdür ve bu kanın yolculuğunda ölüye güç katacağına inanılıyormuş. Bu hareket zamanla Romalılar tarafından oyun şekline getirilerek halkı eğlendirme ve güç gösterisi amacıyla kullanılmış.

Gladyatörlere gelecek olursak kelime anlamı olarak gladio(Kısa kılıç) kullanan kişiye denir. İki tipte gladyatör vardır. Birincisi esirler, köleler ve suçlulardan oluşan sınıftır ki bunlar genel olarak infaz edilmek üzere dönüştürülür. İkinci sınıf ise özel seçilmiş profesyonel dövüşçülerdi. Bu dövüşçülerin amacı şan, şöhret ve para elde etmektir çünkü bu kişiler hayata basit bakabilmeleri, güçlü ve kudretli yapılarıyla dönemin en popüler spor yıldızlarıdır ve halada Pompei ve civar şehirlerde bu dövüşçüler için yazılmış methiyeler mevcuttur. Çevrilmiş bazı yazılar şöyledir;"Grasces'in üç dişli mızrağı ağıyla yakalar gece kızları"."Trakyalı Seledus kızların yüreğini çarptırır"gibi. Her gladyatörün kendine has sahne ismi vardır(ör;tigre, invincible, leon vb). Gladyatörler silah türlerine göre ayrılır ve aynı silah türünü kullanan gladyatörler birbirleriyle eşleşmezdi(ör;Murmillo ağır kalkanlı vb). Doctore gladyatör okulunda ki eğiticiye verilen unvandı ve bir gladyatörün gelebileceği en yüksek meslekti. Bu kişiler emekli olmuş ünlü gladyatörlerden seçilirdi. Daha sonraki yıllarda oyunlara kadın gladyatörler ve vahşi hayvanlarda dahil oldu. Roma'da Hristiyanlığın yaygınlaşmasıyla birlikte yavaş yavaş önemini kaybetmiştir.    

Roma İmparatorluğunda Yemek Kültürü


Not: Roma tarihi hakkında günümüze fazla yazılı belge ulaşmadığından yazılanlar mitlere ve o dönem yaşamış kişilerin aktardıklarına dayanır ve kendi yorumumu içerir.

Romalılar yemeklerini U şeklindeki masalarda yatarak yemeği seviyorlar. Çatal o dönemde bilinmiyor bıçak ve kaşık kullanılıyor. Yemekler önce bütün şeklinde getirilip gösterilir ve parçalayıcı köleler tarafından yemekler elle yada kaşıkla yenebilecek hale getirilir. Yemekler uzun sürelerde ve çok fazla miktarlarda tüketiliyordu. Döneminde yaşamış kişilerin yemek davetleri hakkında aktardıklarına göre; "ziyafetlerde görmemişlik diz boyudur"der. Etler ya ateş üzerinde yada haşlanmış olarak tüketiliyor. Peki romalılar ne yerler ? Yine davetlere katılanların aktardığına ve tasvirlerine göre;

Başlangıç ve mezeler; Yumurta, peynir, sütle beslenmiş salyangoz, balık ve haşlanmış sebze tabakları

Ana yemek; Kurutulmuş domuz, geyik eti, keçi, yaban tavşanı, flamingo dili ve papağan(romada kuş eti çok seviliyor ve papağan için bal, hurma ve susamla hazırlanan bir yemek tarifi veriliyor)

Tatlılar; Şaraplı ballı kurabiye ve meyve tabakları

Gün içinde bolca şarap tüketiliyor. Şarapları çok koyu olduğu için su yada bal katılarak inceltiliyor. Çoğu evde mutfak yoktur ve yemek için restoranlara gidilir. Arap ve asyalı tüccarların etkisi ve daha sonraki dönemde Amerika kıtasının keşfiyle birlikte portakal, limon, vanilya, çikolata, domates, patates gibi ürünlerle çok sonraları tanışıyorlar.



4 Ocak 2016 Pazartesi

Cengiz Han'ın (Timuçin) Hayatı



21 Ocak 1155'de Türk takvimine göre domuz yılının başında, bugün Doğu Sibirya topraklarından geçen Onon nehrinin sağ kıyısında yer alan Deli-ün Boldok’ta doğdu. Babası Moğollar’ın reisi Yesügay Bahadır, annesi Houlen Ece’dir. Yesügay oğluna, doğumundan önce mağlûp edip esir aldığı bir Tatar kabilesinin reisi olan Timuçin’in (demirci) adını koydu. Timuçin on üç yaşında babasını kaybetti. Bunun üzerine babasına tâbi olan kabileler tarafından terkedilerek ailece yalnız bırakıldılar ve sürekli olarak baskılara mâruz kaldılar. Hatta babası ölmeden önce nişanlandığı Börte-Fuçin, Merkitler tarafından esir alındı; Kerayit Hükümdarı Ong Han’a (Tuğrul) hediye olarak takdim edildi. Ong Han, Yesügay Bahadır’ın müttefiki olduğu için Börte-Fuçin’i Timuçin’e geri gönderdi. Timuçin ve ailesinin balıkçılık ve avcılık yaparak geçimlerini sağladıkları bu sıkıntılı dönem yirmi yedi yıl sürmüştür. Bu süre içinde Timuçin, başta Tayciyutlar olmak üzere Merkitler ve diğer bazı kabilelerle mücadele etmiş, bu sayede siyasî, idarî ve askerî tecrübe ve vasıflar kazanmıştır. 1195 yılında çok sayıda kabile Timuçin’e katıldı. 1197’de Merkitler üzerine yürüyerek onları mağlûp etti ve Merkitler’in beyi Tokta-Beki’yi öldürttü. 1199’da Ong Han’la beraber Kişil-Baş mevkiinde Nayman Hakanı Buyruk Han’ı bozguna uğrattı. Timuçin 1200 yılında Ong Han ile birlikte Tayciyutlar’la anlaşan kavimler üzerine yürüdü. Onları mağlûp edip kendilerine tâbi kıldı. Aynı yıl içinde Tayciyutlar, Kataginler ve Dörmenler derlenip toparlanmaya çalışınca Ong Han’la Timuçin tekrar üzerlerine yürüyerek onları bozguna uğrattılar. 1201’de Timuçin’in düşmanı olan Enkiras, Kurilas, Dörmen, Tatar, Katagin ve Salciyut kabileleri birleşerek Cacirat ilinden Camoha (Camuka) Seçen’i büyük han ilân ettiler. Bunun üzerine Timuçin onların üzerine yürüdü. Yapılan savaşta Camoha ve müttefik kuvvetleri yenildi. Bu savaştan sonra Kongirat kabilesi Timuçin’e gelerek bağlılıklarını bildirdi. Timuçin 1202 yılında Tatar ili üzerine büyük bir sefer yaparak düşmanlarına ağır bir darbe vurdu. Aynı yıl içinde Naymanlar’ın tekrar toparlandığını görerek Ong Han ile birlikte onların üzerine yürüdü. Büyük han ilân edilen Camoha-Seçen ile Ong Han ve oğlu Senggün 1203’te Timuçin’e suikast tertiplediler. Fakat bunu önceden haber alan Timuçin âni bir baskınla Ong Han’ın yurdunu ve Kerayit ülkesini yağmaladı. Ong Han ile oğlu kaçtılar. Daha sonra Ong Han ve Senggün’e Salciyutlar başta olmak üzere bazı iltihaklar olmuşsa da Timuçin bunların üzerine yürüyerek onları dağıttı. 1204 yılında Ongut Hükümdarı Alakuş Tigin, Timuçin’e haber göndererek Nayman Hükümdarı Tayang Han’ın Merkit Hükümdarı Kutuku ile anlaşma yaptığını ve onlara Katagin ve Salciyut gibi kavimlerin iltihak ettiğini haber verdi. Timuçin süratle hazırlıklarını tamamlayarak müttefik kuvvetleri yurtlarında bastı ve hepsini dağıttı. Bu zaferden sonra 1205’te ilk defa Tangut ili üzerine sefer yaparak bu ülkenin şehirlerini yağmaladı.

Timuçin 1206 yılında, Nayman Tayang Han, Ong Han ve Kutuku-Beki başta olmak üzere bütün bozkır hükümdarlarını hâkimiyeti altında toplamıştı. Onon ırmağı kıyısında aynı yıl yapılan kurultayda dokuz parçalı ak tuğ diktirdi; kurultay sonunda “Cengiz” (cihan hükümdarı, göklerin oğlu, güçlü, mükemmel savaşçı) unvanıyla kağan ilân edildi ve bütün bozkır kavimlerinin en büyük hükümdarı durumuna geldi. 1207’de Tangutlar üzerine ikinci defa sefer yaparak pek çok ganimetle geri döndü. Aynı yıl içinde Kırgız hükümdarına bir elçi heyeti yollayıp kendisine tâbi olmasını istedi. Kırgız hükümdarı da ak renkli doğan kuşu göndererek bağlılığını bildirdi. 1208 yılının kış mevsiminde Nayman Hükümdarı Tayang Han’ın oğlu Küşlüg’ün Merkitler’le ittifak yapması üzerine Cengiz Han harekete geçerek onları mağlûp etti; Merkit hükümdarı öldü, kardeşleri ve çocukları Uygur ülkesine kaçtılar. Nayman Küşlüg ise daha batıdaki Karahıtay Hükümdarı Gür Han’a sığındı. Fakat Küşlüg burada da rahat durmayarak Gür Han’ı öldürdü ve ülkesine hâkim oldu. Ertesi yıl Uygur İdikutu Cengiz Han’a tâbiiyetini bildirdi. Cengiz Han 1210 yılı sonlarında Tangutlar üzerine yürüdü. Tangut Hükümdarı Şidurhu kızını Cengiz’e verdi ve bağlılığını arzetti. Ertesi yıl Karluk Arslan Han Cengiz Han’a tâbiiyetini bildirdi. 1212-1214 yılları arasında Cengiz Han’ın orduları birbiri arkasından dört defa Hıtay ülkesine girerek Hıtaylar’ı kendisine bağladı. Cengiz Han 1215’te Balasagun taraflarına bir ordu göndererek buraları itaat altına aldı. 1217 yılında kumandanlarından Subitay Noyan’ı Togaçar Noyan ile birlikte Merkitler üzerine, Buragul Noyan ile Dörmen Bahadır’ı Tumatlar’a karşı yolladı. Daha sonra oğlu Cuci’yi Kırgızlar üzerine sevkederek âsi Kırgız ilini hâkimiyeti altına aldı. 1219’da Hıtay ülkesinden ordularını çekti ve onlarla barış yaparak o sırada ortaya çıkan yeni bir durum için kurultayda sefer kararı aldı. Bu yeni sefer Hârizmşah üzerine olacaktı. Alâeddin Muhammed Hârizmşah’ın akrabası ve kumandanı olan Otrar Valisi İnalcık, Cengiz Han’a bağlı müslümanlardan oluşan bir ticaret kervanını Otrar yakınlarında yağmalatarak kervancıları ve elçisini öldürtmüştü. Bunun üzerine Cengiz Han 1219 yılının yazında bütün ordularıyla birlikte İrtiş bölgesine ulaştı ve buradan Otrar üzerine yürüdü. Sonbaharda şehri kuşattı. Oğulları Çağatay ile Ögedey’i burada bırakıp kendisi Buhara üzerine yürüdü. Diğer oğlu Cuci’yi de Siriderya bölgesine bir sefere memur etti. Üç günlük bir kuşatmadan sonra 10 Şubat 1220’de Buhara alındı. Mart ayında Semerkant da teslim oldu. Otrar’ı zaptettikten sonra Semerkant muhasarasına katılan Çağatay ile Ögedey, Hârizmşahlar’ın başşehri Gürgenç’e, Tuluy da Horasan üzerine gönderildi. Merv’de İbnü’l-Esîr’e göre (el-Kâmil, XII, 393) 700.000, Cüveynî’ye göre (Târîh-i Cihângüşâ, I, 201) 1.300.000’den fazla insan öldürüldü. Nîşâbur’da intikam hırsıyla kediler ve köpekler bile katledildi. Tuluy Herat’ı ele geçirdikten sonra Belh-Mervürrûd arasındaki Tâlekān’ı kuşatmakta olan babası Cengiz Han’a katıldı. 1220 yazını Nahşeb’de geçirdi, ardından Tirmiz’i zaptetti. Ertesi yıl Ceyhun’u geçip Belh’i aldı. Gürgenç ise uzun süre kuşatılmasına rağmen alınamamıştı. Bunun üzerine Cengiz Han, oğlu Tuluy’u ağabeylerine yardım için gönderdi. Tuluy’un gelişinden sonra Moğol ordusu Gürgenç’in hendeklerini doldurarak şehri neft ile ateşe verdi. Daha sonra zenaatkârlar hariç halk tamamen katledilerek şehir tahrip edildi. Gürgenç’i savunanlar arasında Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ da bulunuyordu. Hârizm’in zaptından sonra Cengiz Han oğlu Cuci’ye, Hârizm ülkesinin bu bölümü de dahil olmak üzere ele geçirdiği Batı Sibirya’yı vererek onu bölgeye idareci olarak gönderdi. Kendisi de Celâleddin Hârizmşah üzerine yürüdü. Celâleddin, Gazne ve Sind bölgelerinde yapılan savaşlarda bozguna uğrayarak kaçtı. 1223 yazını bugünkü Taşkent’in bulunduğu yerde geçiren Cengiz Han, 1224 yılında bütün Hârizmşah ülkesini hâkimiyeti altına aldı ve Hârizmşahlar’a karşı gerçekleştirdiği seferini tamamlayarak Moğolistan’daki karargâhına döndü (1225). 1226’da tekrar Tangutlar ülkesine girerek Tangut Hükümdarı Şidurhu’yu ve bütün Tangut ileri gelenlerini öldürttü. Yurduna dönerken yolda hastalandı. Oğullarını çağırtarak onlara vasiyetini yaptı. Kendisinden sonra Ögedey’in kağan olmasını istedi. Yasa işlerini Çağatay’a havale etti. Ordularının idaresini ise küçük oğlu Tuluy’a verdi. Aynı yıl Tangut’un başşehrine bir sefer düzenledi. Ancak sefer sırasında tekrar hastalandı ve Ağustos 1227’de öldü. Cenazesi Moğolistan’ın kuzeydoğusundaki Burhan Haldun’a götürülüp orada defnedildi.

Büyük İskender'in Hayatı



Milâttan önce 356’da Makedonya’daki Pella kasabasında doğdu. Asıl adı Alexandros’tur. Makedonyalı II. Filip ile (Philippos) Epiros Prensesi Olympias’ın oğludur. Özel hocalar tarafından yetiştirildi; bu arada Aristo’dan üç yıl süreyle dil, edebiyat, siyaset ve felsefe üzerine ders aldı. Babasının 336’da bir suikast sonucu öldürülmesinden sonra kral ilân edildi. Ülkesinin kuzeyini güvence altına almak için 335’te Trakya’daki kavimlerin üzerine yürüdü. Bu sırada öldüğüne ilişkin söylentiler yayılınca Thebai ve Atinalılar ayaklandılarsa da isyan kanlı bir şekilde bastırıldı ve Yunan devletleri Makedonya’nın hâkimiyetini kabul etmek zorunda kaldı.


İskender, tahta çıkışından itibaren Pers İmparatorluğu ile hesaplaşma planları yapmaktaydı. Bu hususta gerekli hazırlıklar tamamlandıktan sonra kral nâibi olarak yönetimi Antipatros’a bırakıp 334 yılının ilkbaharında üstün donanıma sahip ordusuyla Asya seferine çıktı. Mimar, mühendis, tarihçi ve ilim adamlarından oluşan bir danışmanlar grubunu da birlikte götürdü. Pers ordularıyla ilk defa Grenikos’ta (Bigaçayı) karşılaştı ve onları yendi. İskender, bir yıl içinde Anadolu’yu ele geçirerek 333’ün sonbaharında İssos ovasında büyük bir Pers ordusuna kumanda eden III. Dârâ (Darius) ile karşılaştı; bozguna uğrayan Dârâ Bâbil’e kaçtı. Bu zaferden sonra Doğu Akdeniz sahillerindeki Fenike şehirleri zaptedildi.

332’de on yıldan beri Persler’in elinde bulunan Mısır istilâ edildi. Halka ve dinî değerlere saygılı davranan İskender’e başrahip tarafından Ammon’un oğlu unvanı verildi. Ele geçirdiği ülkelerde kendi adına inşa edilen on altı şehirden en büyüğü olan İskenderiye’yi (Alexandria) kurdurdu ve kışı orada geçirdi. 331 yılının ilkbaharında Suriye’ye döndü, oradan da Mezopotamya’ya gitti. Ninevâ (Ninova) ile Erbil arasındaki Gaugamela ovasında Dârâ ile tekrar karşılaştıysa da Dârâ yine kaçmak zorunda kaldı. Güneye inerek stratejik önemi olan Bâbil’i aldı; ardından Zagros dağlarını aşıp İran’ın merkezine doğru ilerledi ve Persapolis’i alarak I. Keserkes’in sarayını ateşe verdi. Nihayet 330 yılının ilkbaharında Media’ya girip başşehir Ekbatana’yı aldı. Dört yıl boyunca ülkelerinden uzak kalan Yunanlı askerler arasında huzursuzluk baş gösterince geri dönmelerine izin verdi. İran toprakları merkez olmak üzere bir imparatorluk kurmayı tasarlayan İskender’in Makedonya ve Pers yönetim tarzlarından oluşan eklektik bir sistem kurdu ve ordusunu yeni baştan düzenledi. Daha doğudaki ülkeleri ele geçirmek için yeni bir sefer başlattı. Kısa zamanda bölgedeki satraplıkları kendine bağlayarak Hazar kıyılarına, oradan da Afganistan içlerine doğru ilerledi. Hindukuş dağlarını aşıp Seyhun ırmağına kadar gitti ve İskitler’in sert direnişini ancak 328 yılının sonbaharında kırabildi.

İskender, giderek Pers İmparatorluğu’nun gelenek ve göreneklerini benimsemeye başlamıştı; şahlar gibi taç giyiyor ve huzurunda herkesin yere kapanarak kendisini selâmlamasını istiyordu. Bir ara kendini tanrılaştırma düşüncesine kapıldıysa da Makedonyalılar ve Yunanlılar’ca alaya alınınca bundan vazgeçti. Bu sırada Baktriane prenseslerinden Roxana ile evlendi. Hindistan’ı fethetmek amacıyla bölge halklarından topladığı, engebeli arazide hareket kabiliyeti yüksek 35.000 kişilik yeni bir ordu kurdu; askerlerinin çoğu yabancıydı. 327 yazında Baktriane’den ayrılarak Hindukuş dağlarını ikinci defa geçen İskender 326’da İndus ırmağı yakınındaki Taksila’ya (Takşila) girdi. Bölgenin hükümdarı olan Poros’u yenerek Doğu Asya yönünde seferlerine devam etme düşüncesiyle Hyphasis (Beas) ırmağına kadar indiyse de ordudaki huzursuzluk sebebiyle geri dönmek zorunda kaldı. Bu bölgede de önemli gördüğü yerlerde kendi adıyla anılan şehirler kurdurdu. Hydaspes ırmağı kıyısında yaptırdığı tersanede yaklaşık 1000 gemi inşa ettirerek bazı birlikleri İndus vadisi boyunca Hint Okyanusu’na kadar indirtti. 325 yılında İndus deltasında bir liman ve tersane yaptırdıktan sonra dönüş hazırlığına başladı. Ordunun bir kısmı Nearkhos kumandasındaki gemilerle denize açılırken kendisi karadan kıyıyı takip ederek 324 ilkbaharında Susa’ya vardı. Makedonyalılar’la Persler’i kaynaştırıp yeni, dinamik bir ırk ve kozmopolit bir kültür meydana getirme siyasetine daha çok ağırlık verdiği bu dönemde kendisi Barsine ile (Statira) evlendi ve kumandanlarıyla askerlerini de bu yönde teşvik etti. Neticede 10.000 subay ve asker İranlı kadınlarla evlendi. Ancak orduda ve yönetimde soylu Persler’in giderek eşit düzeye gelmesi Makedonyalılar’ın tepkisine yol açtı. Bunun üzerine İskender eski askerleri memleketlerine göndermeye karar verdi. Aynı yıl Opis’te çıkan bir isyandan sonra İskender bütün orduyu dağıtarak Persler’den yeni bir ordu kurdu ve 10.000 eski askeri armağanlarla yurtlarına gönderdi. Daha sonra Bâbil’e geçti. Yeni şehirler inşa etme, yeni deniz seferleri düzenleme ve sulama kanalları açtırma planları üzerinde çalıştığı sırada içkili bir eğlencenin ardından ateşli bir hastalığa tutuldu ve on gün sonra Bâbil’de öldü. Cenazesi İskenderiye’ye götürülerek altın bir tabuta kondu.

Geniş bir coğrafyaya yayılmış birçok devleti on iki yıl gibi kısa bir zaman içinde ortadan kaldırarak buralarda büyük bir imparatorluk kuran İskender’in göz kamaştıran zaferleri, kendisinden sonra gelen devlet adamları için olduğu kadar sanatkârlar için de ilham kaynağı teşkil etmiş, hakkında destanlar yazılmış ve çeşitli menkıbelere konu olmuştur. Hatta bu çaptaki zaferlerin ancak mânevî bir güçle ve ilâhî bir destekle mümkün olacağını düşünenler giderek ona ruhanî bir kişilik izâfe etmiş ve Kur’ân-ı Kerîm’de kıssası anlatılan (el-Kehf 18/83-99) Zülkarneyn ile aynı kişi olduğunu sanmışlardır.

Kürşat (Chie-shih-shuai) ve Kırk Çerisinin İhtilali (639)


639 yılının baharında Göktürkler’den Çin'e sığınan Türk beylerinden birinin isyana kalkıştığı görülmektedir. T'u-li Kağan'ın kardeşi Chie-shih-shuai 629 yılında ağabeyi ile Çin'e gelmişti. Diğer Göktürk ileri gelenlerine Çin unvanları dağıtılırken Chie-shih-shuai'a da chung-lang generalliği rütbesi verildi. Daha sonra saray muhafızları generalliğine yükseltildi. Çapkın bir karaktere sahip olduğu ve bu yüzden ağabeyi tarafından azarlandığı Çin kaynakları tarafından bildirilmektedir. T'u-li Kağan'a kardeşi Chie-shih-shuai'ın arası bu sebeple açılmış olmalıdır. Çünkü, Chie-shih-shuai da daha sonra T'u-li'yi hainlikle suçlamıştır. Hatta, daha da ileri giderek onu İmparator T'ai-tsung'a şikayet etmiştir. T'u-li gerçekten Doğu Göktürk Devleti'nin Çin'e karşı en kuvvetli olduğu dönemde ağabeyi İl Kağan'a rağmen Çinli veliahd Li Shih-min (sonradan imparator T'ai-tsung) ile anlaşarak devletine ihanet etmişti. Nihayet henüz Göktürk Devleti yıkılmadan bir hainlik daha yapmış, gidip T'ang hanedanına teslim olmuştu. Chie Shih-shuai ağabeyinin bu ihanetini görmemiş idi. İmparator T'ai-tsung Chie-shih-shuai'ın ithamlarını dikkate almadığı gibi aksine onu küçümsedi.
Kendi soyundan gelenlere gizli irtibat kuran Chie-shih-shuai kırktan fazla Göktürk kabile şefiyle gizli anlaşma sağlamayı başarmıştı. Yeğeni Ho-lo-hu'yu da kendi tarafına çekti. Ho-lo-hu, T'u-li Kağan'ın oğlu idi ve o da Çinliler tarafından makam ve unvanlarla taltif edilmişti. Chie-shih-shuai'ın gizli ittifak kurduğu kişilerin daha önce 630 yılında Çin sarayına gelip unvan ve makamlar alan Göktürk kabile reisleri veya onların yakınları olduğu anlaşılmaktadır. Yapılan plana göre olay şöyle gelişecekti. Chin Prensi Li Chih, geceleri çıkıp dolaşırken aniden ileri atılıp onu yakalayacaklardı. Chiou-ch'eng-kung sarayından sabaha karşı çıkacak, o esnada saray kapısı açık olacak ve kapı nöbetçileri çekileceklerdi. Chie-shih-shuai ve arkadaşları bundan faydalanarak saraya girecekler, İmparator T'ai-tsung'un bulunduğu yere gidip, onu esir edeceklerdi. Eğer başarılı olurlarsa Ho-lo-hu lider (kağan) seçilecekti. O gece Chie-shih-shuai'ın arkadaşları sarayın civarında gizlenip beklemeye başladılar. Fakat, bu sırada büyük bir fırtına patlak verdi. Prens Li Chih saraydan çıkmadı. Chie-shih-shuai planlarının anlaşılacağını zannederek, saraya hücum edip T'ai-tsung'u kaçırmak kararını verdi. Saray muhafızlarıyla çarpışa çarpışa dört savunma hattını yardılar. Orta askeri barakalara dahi ulaşıp saldırdılar. Muhafızlar tam dağılmış iken her yerde hücum eden (Ch'e-tsung) general unvanlı Sun Wu-k'ai saraya yardıma geldi. Chie-shih-shuai ve arkadaşları neticede sarayın ahırından at çalıp kaçmaya başladılar. Wei Irmağını geçip, eski topraklarına ulaşmak istiyorlardı. Sınırdaki devriyeler tarafından öldürüldüler. Sadece Ho-lo-hu idam edilmedi. Affedilip Çin'in içlerindeki Ling-wai'a sürüldü. Bu ayaklanma hareketi kısa sürede bastırılmış olmasına rağmen T'ang hanedanının başta İmparator T'ai-tsung olmak üzere bütün idarecilerini korkuttu. Bütün vezirler imparatora Göktürklerin Çin'de ikametlerinin kendi ülke çıkarları açısından mümkün olmadığını belirttiler. Dokuz yıldan beri kuzey Çin ve başkent Ch'ang-an'da ikamet eden Göktürklerin her an T'ang İmparatorluğu için tehlike teşkil ettiği hissediliyordu. Arkasından hemen Göktürklerin Çin'den çıkarılması için hazırlıklara başlandı.




Emir Timur'un Hayatı (II. Kısım)



Timur, Mâverâünnehir, Harezm ve Deşt-i Kıpçak’ta işini bitirdikten sonra Horasan ve İran’ın içlerine doğru yürümeye başladı. İran bu sırada parçalanmış durumdaydı. 1380 yılında Horasan için amansız bir mücadele yapılıyordu. Timur bunu fırsat bilerek 1381’de Herat üzerine yürüdü ve şehrin hakimi Kert hükümdarı Gıyâseddin Pîr Ali tutunamadı ve şehirden dışarı çıkıp Timur’un huzuruna vardı daha sonra Timur şehre girdi (Nisan 1381). Timur bundan sonra 1382’de Horasan’ı ele geçirdi. Ardından Kert hanedanı ortadan kaldırıldı ve bunun peşisıra 1383’te Sistan ele geçirildi ve 1384 yılında da Horasan seferleri devam etti. Timur 1386 yılına gelindiğinde üç yıllık seferine çıktı (1386-1388). Horasan seferleri sırasında İran’ın dağınık halini görünce İran’ı tamamen ele geçirmeye karar verdi. Bu seferinde Mâzenderân üzerinden Azerbaycan’a yöneldi. Ahmed Celâyir’in (1382-1410) Timur’un geldiğini duyup Bağdat’a çekilmesiyle Tebriz kolayca ele geçirildi. Buradan Tiflis’e yönelen Timur burayı da ele geçirerek Karabağ’a geri döndü. Timur’un Kuzey İran ve Azerbaycan bölgelerini ele geçirmesi XIII. ve XIV. Yüzyıllarda Cuci ulusu ile İlhanlılar arasında olduğu gibi Kafkaslarda yeni çatışmalara yol açacaktı, çünkü Toktamış artık Deşt-i Kıpçak arazisine tamamen hâkim olmuş ve Timur’a karşı hareket etmeye başlamıştı, nitekim o 1383’de Harezm’de kendi adına para bastırmıştı. Ayrıca Timur’a karşı 1385 yılında Ahmed Celâyir’e ittifak teklifi göndermişti. Toktamış bununla da yetinmeyerek 1385-1386 yıllarında Azerbaycan ve Tebriz üzerine yürüdü. Timur, Toktamış’ın bu hareketleri sebebiyle oğlu Mîranşâh’ı 1387’de onun üzerine gönderdi. Toktamış karşı koyamayarak geri çekildi. Timur diğer taraftan 1387 sonlarına doğru İran meselesi ile yeniden ilgilendi ve Isfahan ve Şiraz’ı zapt etti. Bu yaşananlardan sonra Timur’un Toktamış üzerine büyük bir sefer yapması zorunlu hâle gelmişti. Toktamış da Mîranşâh karşısında aldığı mağlubiyete karşılık vermek için Timur Güney İran’da iken Mâverâünnehir’e yöneldi. 1388 yılı sonunda Savran’ı kuşattı. Timur karşı harekete geçerek onu bozguna uğrattı. Bir yıl aranın ardından Timur 1390 güzünde Deşt-i Kıpçak’a doğru yola çıktı. 27 Nisan 1391’de Kunduzca’da yapılan savaşı Timur kazandı. Toktamış ise kaçtı. Timur bol ganimet ile Semerkand’a geri döndü. Timur Semerkand’a döndükten sonra ise önce İran’da kendine karşı ayaklanan yerel hükümdarların isyanını bastırdı ardından beş yıllık seferine çıktı (1392-1397). Mâzenderân üzerinden Fars bölgesine gelen Timur, Muzafferîler üzerine yürüdü. Şah Mansur’un Şiraz’a kapanması üzerine Şiraz’ı kuşattı ve Mart 1393’te Şiraz tekrar ele geçirildi. Şah Mansur ve haleflerinin öldürülmesiyle birlikte Muzafferîler hanedanı ortadan kalkmış oldu. Timur bundan sonra Irak-ı Arab’a yöneldi. 1393 Ağustos’unda Bağdat’a hareket eden Timur Eylül 1393’te yapılan savaşı kazandı. Ahmed Celâyir Hille’ye doğru kaçtı. Bir ay sonra Tikrit’e yürüyen Timur burayı kolayca ele geçirdi. Bunun ardından Erzincan emîri, Karamanoğlu, Dulkadıroğlu, Karakoyunlu ve Akkoyunlu beyleriyle Kadı Burhâneddin’e haber gönderip itaat etmelerini istedi, Memlük sultanına da kalabalık bir elçi heyeti göndermişti. O, daha gelecek cevapları beklemeden ileri harekâtına devam ile Kerkük, Altınköprü, Musul, Mardin ve Diyarbekir’i feth edip Van Gölü’nün kuzeyindeki Aladağ’a gelmişti. Bu esnada Memlükler’e gönderdiği elçilerin öldürüldüğü haberini alınca Suriye’ye yürümeye karar verdi. Bu durumda tehlikeyi hisseden Kadı Burhâneddin ona karşı cephe kurmaya çalıştı. Yıldırım Bayezid, Memlük Sultanı Berkuk, Altın Orda Hanı Toktamış ve Kadı Burhâneddin arasında bir ittifak kuruldu. Timur bu ittifakı parçalamak amacıyla Sivas’a doğru ilerledi ve Erzurum’a ulaştı; ancak Toktamış’ın hareketini duyunca onun üzerine yürüdü. Timur’un amacı Toktamış ile Berkuk arasındaki bağı kesmekti, zira 1394 ve 1395 yıllarında Toktamış Han bütün gayretini Berkuk ile sağlam münasebetler kurmaya sarf etmiş, Timur’un kendileri için aynı derecede tehlikeli olduğunu belirterek yardım istemişti. Timur bundan sonra Toktamış üzerine ikinci seferini düzenledi. Sefer öncesinde Gürcistan ktı (Şubat 1395).  15 Nisan 1395’te iki ordu Terek ırmağında karşı karşıya geldi. Toktamış bozguna uğrayarak kaçtı. Toktamış’ın yakalanması için emir verilse de yakalanamadı. Timur ve ordusu daha sonra Saray’a yöneldiler. Saray şehrini, Urus’u ve Uruscuk’u yağmalayıp buralarda yaşayanları itaat altına aldılar. Böylece Timur, Altun Orda Hanlığı’na büyük bir darbe vurmuş oluyordu. Artık Timur için Altun Orda Hanlığı bir tehdit olmaktan çıktı ve ikinci derecede bir devlet konumuna geldi. Timur, Toktamış üzerine yaptığı seferden sonra 1396 güzünde Semerkand’a döndü. Bu seferinden dönüşünde iki yıl süreyle başkentini fethettiği ülkelerden getirdiği mimarlara ve ustalara imar ettirdi. 1398 yılına gelindiğinde Hoten ve Çin taraflarına bir sefer yapmayı düşünürken aniden Hindistan’a sefer yapmaya karar verdi. 1399'da seferinden dönüp İran'a yöneldi ve yedi yıllık seferine başladı (1399-1405). 1399-1400 yılı kışını Karabağ’da geçirdikten sonra Bingöl’e ulaştı.  Timur’un Azerbaycan’a gelmesiyle yurtlarını terkeden Karakoyunlu Yûsuf Bey ile Celâyirli Sultan Ahmed, Timur’un Sivas’a gitmek niyetinde olduğunu işittiklerinden Memlükler’e sığınmaya karar vermişler, ancak bu gerçekleşmeyince Timur’un Sivas’ı ele geçirmesinin ardından güneye doğru indiğini görüp Bayezid’e sığınmışlardı. Timur ile Yıldırım Bayezid arasında gidip gelen elçiler herhangi bir anlaşma zemini oluşturamadı. 10 Mayıs 1402’de hareket eden Timur Kemah, Sivas, Kayseri, Kırşehir üzerinden gelip Ankara’yı kuşattı. 28 Temmuz 1402’de yapılan Ankara Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ni mağlup etti. Timur, savaşın ardından başta Bursa olmak üzere Anadolu’nun çeşitli yerlerine asker sevketti; kendisi Kütahya, Denizli, Aydın, Ayasuluk, Tire yoluyla İzmir’e gitti. Temmuz 1404’te Semerkant’a döndü. Çin seferine çıktığ ı sırada 18 Şubat 1405’te Otrar’da vefat etti.









Emir Timur'un Hayatı (I. Kısım)



Hayatının ilk devirleri hakkında pek bilgimizin olmadığı Timur 9 Nisan 1336 tarihinde Keş (Şehr-i Sebz, Semerkand) yakınlarındaki Hoca Ilgar köyünde doğdu. Barlaslar boyuna mensup olan Timur’un babasının adı Turagay, annesinin adı Tekina Hatun idi. Onun hakkında ilk bilgiler 1360 yılından itibaren ortaya çıkmaktadır. Bu esnada Mâverâünnehir bölgesi karışıklık içinde bulunuyordu. Bölgenin hâkimi olan Çağatay Hanlığı (1227-1370) dağılmak üzereydi ve Çağatay Hanlığı’nın bir kolu olan Doğu Çağatay Hanlığı bu bölgeye müdahale etmeye çalışıyordu. Çağatay soyundan olmamasına rağmen Çağatay hanı olan Türkmen kökenli Emîr Kazagan’ın (1346-1358) ölümü ile birlikte Doğu Çağatay Hanı Tuğluk Temur bu karışıklıktan faydalanarak Mâverâünnehir’i işgal etti (1360). Timur ona bağlılığını bildirerek atalarının toprağı olan Keş’in kendisine bırakılmasını sağladı. Tuğluk Temur geri döndükten sonra tekrar karışıklık çıkması üzerine ikinci kez Mâverâünnehir üzerine yürüdü (1361-1362) ve yine Timur itaatini bildirdi. Bundan sonra Tuğluk Temur bölgenin yöneticiliği için oğlu İlyas Hoca Oğlan’ı görevlendirdi. Onun beylerinin sert davranışları üzerine Timur bölgeyi terk ederek Tuğluk Temur’dan kaçmış olan Emîr Kazagan’ın torunu Emîr Hüseyin’in yanına, Horasan’a gitti. Bunun ardından Timur, Emîr Hüseyin ile birlikte Sistan hâkimi’ne yardım ettikten sonra buradan ayrılırken uğradıkları saldırıda büyük ihtimalle ayağı sakatlandı ve topal oldu. Timur peşi sıra Emîr Hüseyin ile birlikte Belh ve Keş şehirlerini ele geçirip Mâverâünnehir’e hâkim oldu (1365). Bundan sonra bu iki emirin arası açıldı ve Timur, Çağatay soyundan gelen Suyurtgatmış’ı tahta oturttu (1370). Aynı yıl içinde Emîr Hüseyin’i öldürdü ve Cengiz Han soyundan gelen Kazan Han’ın kızı Saray Mülk Hanım ile evlenerek “Küregen” (Damat) unvanını elde etti ve 9 Nisan 1370’de Semerkand’ta tahta çıktı.

Timur tahta çıktıktan sonra ilk olarak Harezm seferlerine girişti. Cengiz Han ölmeden bu bölge Cuci ve Çağatay arasında paylaştırılmıştı, Cuci ulusu kendilerine verilen kısmın yönetimini Kongratlar’a vermişti, fakat Kongratlar Çağataylılar’ın payına düşen kısma da müdahale edince Timur, Çağataylılar’a ait kısımların iadesini istedi ve kabul edilmeyince Harezm seferine çıktı. 1371 ile 1379 arası yaptığı dört seferde de Kongratlar’ı mağlup ederek 1379 yılında Harezm’i kesin olarak ele geçirdi. Timur bir diğer taraftan Moğollar ve Deşt-i Kıpçak ile de irtibat halindeydi. Timur’un hâkimiyetini kabul etmeyen Celâyirliler onun aleyhinde hareket ediyordu, nitekim 1375 yılında Celâyirliler isyana kalkıştılar ve Kıpçaklarla birlikte Semerkand üzerine yürüdüler. Timurlular bu saldırıyı bertaraf edince iki müttefik önce Altun Orda Han’ı Urus’a ardından Duğlat emîri Kamereddin’e sığındılar. Timur bu olay üzerine Duğlatlar’a karşı sefer düzenledi. 1375 yılı içerisindeki ilk seferinden ağır kış şartları nedeniyle geri döndü. İkinci sefer sonunda ise Kamereddin gece karanlığında kaçtı (1376). Bu esnada Altun Orda tahtı için mücadele eden Toktamış (1379-1396) ise Timur’dan yardım istemek için aynı yıl Semerkand’a geldi. Timur bunu Altun Orda ile Deşt-i Kıpçak meselelerinde söz sahibi olmak açısından bir fırsat olarak görüyordu. Bu sebeple Toktamış’ı iyi ağırlayarak Altun Orda tahtına geçmesi için yardımı esirgemedi. Toktamış, Timur’un takviye kuvvetleri ile birlikte Altun Orda tahtı için Urus Han’ın oğullarıyla yaptığı ilk iki savaşı kaybetti. Urus Han bundan sonra Toktamış’ın iadesini istedi. Timur ise bunu reddederek Urus Han üzerine sefere çıktı, fakat ciddi çarpışmalar olmadan geri döndü. Toktamış ise mücadelesini devam ettirmekteydi. Bu sırada Urus Han ölmüş yerine sırasıyla oğulları Toktakiya ve Timur Melik Oğlan geçmişti. Toktamış üçüncü seferde de Timur Melik Oğlan’a yenildi. Sonunda 1378/1379 tarihli son seferde Toktamış galip gelerek Altun Orda tahtına oturdu. Bundan sonra Toktamış Han, Suğnak’a geldi ve kışı burada geçirdi. Baharla birlikte güçlü bir ordu toplayarak Saray’a gitti ve Mamak yurdunu ele geçirdi.


Hindistan'da İlk Türk Hakimiyeti: Ak Hunlar



Tarihi milât öncesi dönemde 7000’li yıllara kadar varan Hindistan her zaman çeşitli toplulukların ilgisini çekmiş ve cazibe merkezi olmuştur. Bu durumda baharat yolunun önemli bir kısmına ve verimli topraklara sahip olmasının büyük etkisi olan Hindistan’da ilk Türk hâkimiyeti Ak Hunlar (420-557) devrinde başlamıştır. Ak Hunlar, Büyük Hun Devleti’nin dağılmasının ardından Güneydoğu İran ve Batı Afganistan taraflarına giden Hunlar tarafından kurulmuştur. 350’li yıllara kadar Juan-Juan Devleti’ne bağlı kalmalarının ardından 350-360 yılları arasında Güney Kazakistan üzerinden Afganistan dolaylarına inen Ak Hunlar burada devletlerini kurdular. Kurucuları net olarak bilinmemekle beraber bundan sonra Ak Hunlar, Sâsâni İmparatorluğu ile komşu durumuna geldi. 420’li yıllara kadar Sâsâniler ile iyi ilişkiler yaşanmasına rağmen devletlerini kurdukları bu tarihten yıkılışlarına kadar iki devlet arasında mücadeleler devam etti. Bu dönemde Sâsâni tahtında bulunan V. Behram Gur (420-438) Kuşmihan Savaşı’nda (427) Ak Hunlar’ı mağlup etti. Bundan sonra Sâsâniler karşısında Aksungur/Aksuvar döneminde güçlü duruma geçen Ak Hunlar nüfuzları altına aldıkları Fîruz’u Sâsâni tahtına çıkardılar. (459) 470’lerden itibaren Kuzey Hindistan tarafına yönelen Ak Hunlar burada Guptalar ile mücadele ettiler. Diğer taraftan Sâsâniler karşısında üstünlüklerini I. Ânuşirvan (531-579) zamanına kadar sürdürdüler. Toraman devrinde (480-515) Hindistan yönündeki genişleme hareketleri sonucunda 496 yılında Kuzey Hindistan’dan Pencab’a kadar uzanan topraklar ele geçirildi. 510 yılına kadar geçen zaman zarfında Hindistan’da topraklarını genişleten Ak Hunlar bu tarihte Valahbi Racası’na yenilince bir süre durakladılar. 515 yılında Toraman’ın ölümüyle tahta oğlu Mihirakula (515-550) geçti. “Hindistan’ın Attila’sı” gibi kabul edilen Mihirakula 520’ye kadar geçen sürede Keşmir’i ele geçirdi. Bunu 530 senesine kadar giden zaman diliminde Hindistan’ın içlerine kadar olan yerleri zapt etmesi izledi. Bundan sonra genişleme hareketleri zayıflayan Ak Hunlar Mihirakula’nın ölümüyle Hindistan hâkimiyetini kaybetmeye başladılar. İran, Afganistan ve Batı Türkistan’da da güçlerini yitiren Ak Hunlar, Göktürkler ile Sâsâniler’in ortak saldırılarıyla 557 senesinde yıkıldılar.