7 Ocak 2016 Perşembe

Tanrı'nın kırbacı Attila (Scourge of God)

Gökyüzünde yaş yağdıran bir bulut
Güneş yaslara bürünmüş batıyor
Altın, Gümüş ve çelikten bir tabut
Bu tabutta hun güneşi yatıyor.

Çocukluğundan itibaren sıkı bir savaş ve devlet eğitimi alan, amcasıyla beraber bütün savaşlara katılan; demir bilekli, çelik yürekli bir Türk asilzadesiydi. Kardeşi Bleda (bu isim de Türkçe bir adın veya unvanın bozulmuş şekli olsa gerek; belki Boyla?) daha zayıf olduğundan; hükümdarlıkta ciddî bir talebi olmamış; bir süre devletin idaresinde kardeşine yardımcı olduktan sonra her ne kadar Attila tarafından öldürüldüğü söyleniyorsa da; bilinmeyen bir sebeple 445 tarihinde ölmüştür. Başbuğ Attila 434 yılında Bizans’a diz çöktürdü. Kostantiniya veya Margus Barışı diye bilinen antlaşmaya göre; Bizans hiç bir surette Türklerin düşmanlarıyla ittifaklara girişmeyecek, Türk yurdundan kaçanlara kucak açmayacak ve her yıl ödediği vergiyi iki katına çıkaracaktı. Attila da tıpkı dedesi Yuldız gibi, Roma’ya iç karışıklıklarla boğuştuğu bir sırada yardımda bulundu. Birçok yabancı kavmi Türk hâkimiyeti altına aldı. Doğu Roma’ya, yani Bizans’a 441-442’lerde taarruz ettiği gibi, 447’de Balkanlara ikinci defa yürüdü. Dünyanın tek efendisi hâline gelen Attila’yı Romalılar ortadan kaldırmak için bir suikast plânladılar. Attila’nın nezdine giden bir elçilik heyetine sokulan bir casus Attila’yı öldürmekle vazifelendirildi. Ancak bu heyette bulunan Eçe-kun/Ede-kun (kaynaklarda bu şahsın adı da farklı kaydedilmektedir) isimli bir Türk durumu öğrenince, bunu Attila’ya haber vermiş; o da suikastçilere suçlarını itiraf ettirdikten sonra Roma imparatorunu aşağılamıştır. Bundan sonra Başbuğ Attila’nın daha önce kendisine bir nişan yüzüğü gönderen III. Valentinianus’un kız kardeşi Honoria’nın evlilik teklifini kabul ettiğini bildirerek; Roma imparatorluğunda hak iddiasında bulunduğunu görüyoruz. Macaristan’daki merkezlerinden 451 senesinde hareket eden Türk ordusu, Galya’ya girdi. Haziran 451 tarihinde Roma ordusunu Attila’nın kuvvetleri “Turan Taktiği”yle mağlup etti. 452’de Po Ovasına daldı. Hattâ bir korku ve telâş başladığından; Papa I. Leo’yu bağışlanmak üzere Romalılar, Attila’ya yolladılar. Artık, her iki Roma da Türk hakanına boyun eğmiş, sıra doğudaki Sâsânî İmparatorluğuna gelmişti. Ancak düşmanları Attila’dan kurtulmanın başka bir yolunu buldular. Avrupa’nın en güzel kızlarından birisini ona zevce olarak yolladılar. 453 senesinde altmış yaşlarındayken, Attila bu kız tarafından zehirlenerek, ortadan kaldırıldı.


İstanbul'u İlk Kuşatan Türk Devleti Avarlar



Konstantinopolis 626 kuşatması, Avar – Sasani ortak kuşatmasıdır ve bir Türk devleti tarafından gerçekleştirilen ilk İstanbul kuşatmasıdır. Roma İmparatoru Herakleios döneminde meydana gelen kuşatmanın gelişimi ile ilgili 2 farklı hikâye vardır. Birincisi; İran Sasani ordusunun önden gelerek Kadıköy ve Üsküdar civarına yani Tarihi Yarımada’nın tam karşısına yerleştikleri, karşı kıyıya geçmelerine yardımcı olmak için de Avarların desteğe geldiği yönündedir. İkincisi rivayet ise; Avarların önden gelerek Konstantinopolis’i kuşattıkları ve müttefik Sasani ordusunun desteğe geldiği yönündedir. Her halükarda Avarlar İstanbul’u 626 yılının Temmuz ayında 2 hafta süreyle kuşattılar. Galata tarafında üstlenerek Marmara denizinden ve Haliç’ten saldırıya geçtiler. Aslında bu yıllar Avar Kağanlığının hâkimiyetinin zayıfladığı yıllardı. Avar Kağanı Onogunduri’nin hükümranlığı altında bulunan ve onun adına savaşan Slav, Bulgar ve Gepid kavimlerinin başkaldırmaya başladıkları dönemdir. Biraz bu durumun etkisiyle ama çoğunlukla da aşılması neredeyse imkânsız surların etkisiyle bu saldırılar pek başarılı olmadı. Sonuç olarak gemileri Roma donaması tarafından batırılan Avar Türkleri ile 2.Pers İmparatorluğu da denilen Sasaniler, geride bıraktıkları her şeyi yakarak İstanbul önlerinden ayrıldılar.

5 Ocak 2016 Salı

Spartacus ve Hollywood Effect

TARİH CRASSUS'U HATIRLAMAZ AMA SPARTACUSU HATIRLAR



Günümüzde yerli ve yabancı tarihi diziler ve filmler çok beğenilmiştir. Bu dizilerin çıkış noktaları genel olarak gerçeğe yakın olsa da çok fazla eksiklik ve olmayan eklemeler vardır.Bence eğer tarihten yaşanmış bir olay kalıp alınarak bir iş yapılıyorsa bunun mümkün olduğunca gerçek akışına uygun devam ettirilmesi gerekmektedir. Çünkü sırf bu dizi ve filmleri izleyerek tarih hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışan kişiler yanlış fikir ve düşünce yapısı içine girebilir. Bu yüzden bu konularda daha dikkatli olunmalıdır.

Spartacus tarihte demokratikleşme adına yapılan ilk isyan olarak kabul edildiği için dikkatimi ve ilgimi çekmiştir ve bu yazımda dizisinde ki bazı eksikliklere ve gerçekliğe değinmek istedim.

Spartacus antik Trakya'da doğmuş ve roma adına savaşıp ordudan kaçmasıyla savaş esiri olarak Capua şehrindeki gladyatör okuluna infaz edilmek üzere gönderilen bir askerdir. Bahsedilene göre gücü, kuvveti yerinde aynı zamanda zeki ve kültürlü biridir. Gladyatör okullarında ki yapı cosmopolitan olup farklı dilde ve ulustan kişilerce oluşturulmuştur ve birlik olup bir harekete kalkışmaları zor olarak görülmekteydi. Ama Spartacus farklı milletlerden olan Crixus ve Enenous ile birlikte 80 kadar gladyatörü örgütleyerek MÖ.73 yılında okuldan kaçmayı başarıyorlar ama kaçışları dizideki gibi insanları öldürüp değildir mutfak bıçaklarını alarak kaçarlar. Ve gene dizideki gibi amaçları özgürlük mücadelesi ve Romayı yıkmak değil bir an önce Kuzey Alple'den ülke sınırını geçmektir. Roma o dönem bir iç karışıklıkla uğraşıyordur ve bu ufak isyana gereken önemi vermez. Spartacus ve arkadaşları Vezüv yanardağına saklanarak Romanın gönderdiği ufak birlikleri mağlup ederek silah ve mühimmat toplarlar. Zaman geçtikçe bu köle isyanı haberi ülkede duyulmaya başlıyor ve pek çok kadın, çocuk, yaşlı köle kaçarak isyana katılıyor ve sayıları ortalama 10.000 civarına ulaştığı söyleniyor. Yol üstündeki soylu Roma vatandaşlarına ait konakları yağmalayarak servet elde ediyorlar. Ama bir şekilde Kuzey Alpler den kaçamıyorlar ve Roma bu isyanı ciddiye alarak dönemin ünlü generalı Crassus'u ayaklanmayı bastırması için görevlendiriyor. Roma ordusu MÖ.71 yılında Spartacus ve yandaşlarını mağlup ediyor ve ibret olması için 6.000 kadar köleyi Appian şehri patikasına çift şerit halinde çarmıha gererek öldürüyor. Ama Spartacusun cesedi Romalılar tarafından hiçbir zaman bulunamıyor.

Gladyatörler


Not: Yazdığım bilgiler mitlere, dönemin tarihçilerinin aktardıklarına, mezar taşlarına ve gladyatör okulunun tuttuğu verilerin yorumlanmasına dayanarak yazılmıştı

Geçerli inanışa göre gladyatör oyunlarının oluşumu yunanlıların bir adetinden esinlenerek doğmuştur.
Yunanlıların ahiret inancına göre varlıklı bir kişi ölürken köle kanı dökülüşüdür ve bu kanın yolculuğunda ölüye güç katacağına inanılıyormuş. Bu hareket zamanla Romalılar tarafından oyun şekline getirilerek halkı eğlendirme ve güç gösterisi amacıyla kullanılmış.

Gladyatörlere gelecek olursak kelime anlamı olarak gladio(Kısa kılıç) kullanan kişiye denir. İki tipte gladyatör vardır. Birincisi esirler, köleler ve suçlulardan oluşan sınıftır ki bunlar genel olarak infaz edilmek üzere dönüştürülür. İkinci sınıf ise özel seçilmiş profesyonel dövüşçülerdi. Bu dövüşçülerin amacı şan, şöhret ve para elde etmektir çünkü bu kişiler hayata basit bakabilmeleri, güçlü ve kudretli yapılarıyla dönemin en popüler spor yıldızlarıdır ve halada Pompei ve civar şehirlerde bu dövüşçüler için yazılmış methiyeler mevcuttur. Çevrilmiş bazı yazılar şöyledir;"Grasces'in üç dişli mızrağı ağıyla yakalar gece kızları"."Trakyalı Seledus kızların yüreğini çarptırır"gibi. Her gladyatörün kendine has sahne ismi vardır(ör;tigre, invincible, leon vb). Gladyatörler silah türlerine göre ayrılır ve aynı silah türünü kullanan gladyatörler birbirleriyle eşleşmezdi(ör;Murmillo ağır kalkanlı vb). Doctore gladyatör okulunda ki eğiticiye verilen unvandı ve bir gladyatörün gelebileceği en yüksek meslekti. Bu kişiler emekli olmuş ünlü gladyatörlerden seçilirdi. Daha sonraki yıllarda oyunlara kadın gladyatörler ve vahşi hayvanlarda dahil oldu. Roma'da Hristiyanlığın yaygınlaşmasıyla birlikte yavaş yavaş önemini kaybetmiştir.    

Roma İmparatorluğunda Yemek Kültürü


Not: Roma tarihi hakkında günümüze fazla yazılı belge ulaşmadığından yazılanlar mitlere ve o dönem yaşamış kişilerin aktardıklarına dayanır ve kendi yorumumu içerir.

Romalılar yemeklerini U şeklindeki masalarda yatarak yemeği seviyorlar. Çatal o dönemde bilinmiyor bıçak ve kaşık kullanılıyor. Yemekler önce bütün şeklinde getirilip gösterilir ve parçalayıcı köleler tarafından yemekler elle yada kaşıkla yenebilecek hale getirilir. Yemekler uzun sürelerde ve çok fazla miktarlarda tüketiliyordu. Döneminde yaşamış kişilerin yemek davetleri hakkında aktardıklarına göre; "ziyafetlerde görmemişlik diz boyudur"der. Etler ya ateş üzerinde yada haşlanmış olarak tüketiliyor. Peki romalılar ne yerler ? Yine davetlere katılanların aktardığına ve tasvirlerine göre;

Başlangıç ve mezeler; Yumurta, peynir, sütle beslenmiş salyangoz, balık ve haşlanmış sebze tabakları

Ana yemek; Kurutulmuş domuz, geyik eti, keçi, yaban tavşanı, flamingo dili ve papağan(romada kuş eti çok seviliyor ve papağan için bal, hurma ve susamla hazırlanan bir yemek tarifi veriliyor)

Tatlılar; Şaraplı ballı kurabiye ve meyve tabakları

Gün içinde bolca şarap tüketiliyor. Şarapları çok koyu olduğu için su yada bal katılarak inceltiliyor. Çoğu evde mutfak yoktur ve yemek için restoranlara gidilir. Arap ve asyalı tüccarların etkisi ve daha sonraki dönemde Amerika kıtasının keşfiyle birlikte portakal, limon, vanilya, çikolata, domates, patates gibi ürünlerle çok sonraları tanışıyorlar.



4 Ocak 2016 Pazartesi

Cengiz Han'ın (Timuçin) Hayatı



21 Ocak 1155'de Türk takvimine göre domuz yılının başında, bugün Doğu Sibirya topraklarından geçen Onon nehrinin sağ kıyısında yer alan Deli-ün Boldok’ta doğdu. Babası Moğollar’ın reisi Yesügay Bahadır, annesi Houlen Ece’dir. Yesügay oğluna, doğumundan önce mağlûp edip esir aldığı bir Tatar kabilesinin reisi olan Timuçin’in (demirci) adını koydu. Timuçin on üç yaşında babasını kaybetti. Bunun üzerine babasına tâbi olan kabileler tarafından terkedilerek ailece yalnız bırakıldılar ve sürekli olarak baskılara mâruz kaldılar. Hatta babası ölmeden önce nişanlandığı Börte-Fuçin, Merkitler tarafından esir alındı; Kerayit Hükümdarı Ong Han’a (Tuğrul) hediye olarak takdim edildi. Ong Han, Yesügay Bahadır’ın müttefiki olduğu için Börte-Fuçin’i Timuçin’e geri gönderdi. Timuçin ve ailesinin balıkçılık ve avcılık yaparak geçimlerini sağladıkları bu sıkıntılı dönem yirmi yedi yıl sürmüştür. Bu süre içinde Timuçin, başta Tayciyutlar olmak üzere Merkitler ve diğer bazı kabilelerle mücadele etmiş, bu sayede siyasî, idarî ve askerî tecrübe ve vasıflar kazanmıştır. 1195 yılında çok sayıda kabile Timuçin’e katıldı. 1197’de Merkitler üzerine yürüyerek onları mağlûp etti ve Merkitler’in beyi Tokta-Beki’yi öldürttü. 1199’da Ong Han’la beraber Kişil-Baş mevkiinde Nayman Hakanı Buyruk Han’ı bozguna uğrattı. Timuçin 1200 yılında Ong Han ile birlikte Tayciyutlar’la anlaşan kavimler üzerine yürüdü. Onları mağlûp edip kendilerine tâbi kıldı. Aynı yıl içinde Tayciyutlar, Kataginler ve Dörmenler derlenip toparlanmaya çalışınca Ong Han’la Timuçin tekrar üzerlerine yürüyerek onları bozguna uğrattılar. 1201’de Timuçin’in düşmanı olan Enkiras, Kurilas, Dörmen, Tatar, Katagin ve Salciyut kabileleri birleşerek Cacirat ilinden Camoha (Camuka) Seçen’i büyük han ilân ettiler. Bunun üzerine Timuçin onların üzerine yürüdü. Yapılan savaşta Camoha ve müttefik kuvvetleri yenildi. Bu savaştan sonra Kongirat kabilesi Timuçin’e gelerek bağlılıklarını bildirdi. Timuçin 1202 yılında Tatar ili üzerine büyük bir sefer yaparak düşmanlarına ağır bir darbe vurdu. Aynı yıl içinde Naymanlar’ın tekrar toparlandığını görerek Ong Han ile birlikte onların üzerine yürüdü. Büyük han ilân edilen Camoha-Seçen ile Ong Han ve oğlu Senggün 1203’te Timuçin’e suikast tertiplediler. Fakat bunu önceden haber alan Timuçin âni bir baskınla Ong Han’ın yurdunu ve Kerayit ülkesini yağmaladı. Ong Han ile oğlu kaçtılar. Daha sonra Ong Han ve Senggün’e Salciyutlar başta olmak üzere bazı iltihaklar olmuşsa da Timuçin bunların üzerine yürüyerek onları dağıttı. 1204 yılında Ongut Hükümdarı Alakuş Tigin, Timuçin’e haber göndererek Nayman Hükümdarı Tayang Han’ın Merkit Hükümdarı Kutuku ile anlaşma yaptığını ve onlara Katagin ve Salciyut gibi kavimlerin iltihak ettiğini haber verdi. Timuçin süratle hazırlıklarını tamamlayarak müttefik kuvvetleri yurtlarında bastı ve hepsini dağıttı. Bu zaferden sonra 1205’te ilk defa Tangut ili üzerine sefer yaparak bu ülkenin şehirlerini yağmaladı.

Timuçin 1206 yılında, Nayman Tayang Han, Ong Han ve Kutuku-Beki başta olmak üzere bütün bozkır hükümdarlarını hâkimiyeti altında toplamıştı. Onon ırmağı kıyısında aynı yıl yapılan kurultayda dokuz parçalı ak tuğ diktirdi; kurultay sonunda “Cengiz” (cihan hükümdarı, göklerin oğlu, güçlü, mükemmel savaşçı) unvanıyla kağan ilân edildi ve bütün bozkır kavimlerinin en büyük hükümdarı durumuna geldi. 1207’de Tangutlar üzerine ikinci defa sefer yaparak pek çok ganimetle geri döndü. Aynı yıl içinde Kırgız hükümdarına bir elçi heyeti yollayıp kendisine tâbi olmasını istedi. Kırgız hükümdarı da ak renkli doğan kuşu göndererek bağlılığını bildirdi. 1208 yılının kış mevsiminde Nayman Hükümdarı Tayang Han’ın oğlu Küşlüg’ün Merkitler’le ittifak yapması üzerine Cengiz Han harekete geçerek onları mağlûp etti; Merkit hükümdarı öldü, kardeşleri ve çocukları Uygur ülkesine kaçtılar. Nayman Küşlüg ise daha batıdaki Karahıtay Hükümdarı Gür Han’a sığındı. Fakat Küşlüg burada da rahat durmayarak Gür Han’ı öldürdü ve ülkesine hâkim oldu. Ertesi yıl Uygur İdikutu Cengiz Han’a tâbiiyetini bildirdi. Cengiz Han 1210 yılı sonlarında Tangutlar üzerine yürüdü. Tangut Hükümdarı Şidurhu kızını Cengiz’e verdi ve bağlılığını arzetti. Ertesi yıl Karluk Arslan Han Cengiz Han’a tâbiiyetini bildirdi. 1212-1214 yılları arasında Cengiz Han’ın orduları birbiri arkasından dört defa Hıtay ülkesine girerek Hıtaylar’ı kendisine bağladı. Cengiz Han 1215’te Balasagun taraflarına bir ordu göndererek buraları itaat altına aldı. 1217 yılında kumandanlarından Subitay Noyan’ı Togaçar Noyan ile birlikte Merkitler üzerine, Buragul Noyan ile Dörmen Bahadır’ı Tumatlar’a karşı yolladı. Daha sonra oğlu Cuci’yi Kırgızlar üzerine sevkederek âsi Kırgız ilini hâkimiyeti altına aldı. 1219’da Hıtay ülkesinden ordularını çekti ve onlarla barış yaparak o sırada ortaya çıkan yeni bir durum için kurultayda sefer kararı aldı. Bu yeni sefer Hârizmşah üzerine olacaktı. Alâeddin Muhammed Hârizmşah’ın akrabası ve kumandanı olan Otrar Valisi İnalcık, Cengiz Han’a bağlı müslümanlardan oluşan bir ticaret kervanını Otrar yakınlarında yağmalatarak kervancıları ve elçisini öldürtmüştü. Bunun üzerine Cengiz Han 1219 yılının yazında bütün ordularıyla birlikte İrtiş bölgesine ulaştı ve buradan Otrar üzerine yürüdü. Sonbaharda şehri kuşattı. Oğulları Çağatay ile Ögedey’i burada bırakıp kendisi Buhara üzerine yürüdü. Diğer oğlu Cuci’yi de Siriderya bölgesine bir sefere memur etti. Üç günlük bir kuşatmadan sonra 10 Şubat 1220’de Buhara alındı. Mart ayında Semerkant da teslim oldu. Otrar’ı zaptettikten sonra Semerkant muhasarasına katılan Çağatay ile Ögedey, Hârizmşahlar’ın başşehri Gürgenç’e, Tuluy da Horasan üzerine gönderildi. Merv’de İbnü’l-Esîr’e göre (el-Kâmil, XII, 393) 700.000, Cüveynî’ye göre (Târîh-i Cihângüşâ, I, 201) 1.300.000’den fazla insan öldürüldü. Nîşâbur’da intikam hırsıyla kediler ve köpekler bile katledildi. Tuluy Herat’ı ele geçirdikten sonra Belh-Mervürrûd arasındaki Tâlekān’ı kuşatmakta olan babası Cengiz Han’a katıldı. 1220 yazını Nahşeb’de geçirdi, ardından Tirmiz’i zaptetti. Ertesi yıl Ceyhun’u geçip Belh’i aldı. Gürgenç ise uzun süre kuşatılmasına rağmen alınamamıştı. Bunun üzerine Cengiz Han, oğlu Tuluy’u ağabeylerine yardım için gönderdi. Tuluy’un gelişinden sonra Moğol ordusu Gürgenç’in hendeklerini doldurarak şehri neft ile ateşe verdi. Daha sonra zenaatkârlar hariç halk tamamen katledilerek şehir tahrip edildi. Gürgenç’i savunanlar arasında Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ da bulunuyordu. Hârizm’in zaptından sonra Cengiz Han oğlu Cuci’ye, Hârizm ülkesinin bu bölümü de dahil olmak üzere ele geçirdiği Batı Sibirya’yı vererek onu bölgeye idareci olarak gönderdi. Kendisi de Celâleddin Hârizmşah üzerine yürüdü. Celâleddin, Gazne ve Sind bölgelerinde yapılan savaşlarda bozguna uğrayarak kaçtı. 1223 yazını bugünkü Taşkent’in bulunduğu yerde geçiren Cengiz Han, 1224 yılında bütün Hârizmşah ülkesini hâkimiyeti altına aldı ve Hârizmşahlar’a karşı gerçekleştirdiği seferini tamamlayarak Moğolistan’daki karargâhına döndü (1225). 1226’da tekrar Tangutlar ülkesine girerek Tangut Hükümdarı Şidurhu’yu ve bütün Tangut ileri gelenlerini öldürttü. Yurduna dönerken yolda hastalandı. Oğullarını çağırtarak onlara vasiyetini yaptı. Kendisinden sonra Ögedey’in kağan olmasını istedi. Yasa işlerini Çağatay’a havale etti. Ordularının idaresini ise küçük oğlu Tuluy’a verdi. Aynı yıl Tangut’un başşehrine bir sefer düzenledi. Ancak sefer sırasında tekrar hastalandı ve Ağustos 1227’de öldü. Cenazesi Moğolistan’ın kuzeydoğusundaki Burhan Haldun’a götürülüp orada defnedildi.

Büyük İskender'in Hayatı



Milâttan önce 356’da Makedonya’daki Pella kasabasında doğdu. Asıl adı Alexandros’tur. Makedonyalı II. Filip ile (Philippos) Epiros Prensesi Olympias’ın oğludur. Özel hocalar tarafından yetiştirildi; bu arada Aristo’dan üç yıl süreyle dil, edebiyat, siyaset ve felsefe üzerine ders aldı. Babasının 336’da bir suikast sonucu öldürülmesinden sonra kral ilân edildi. Ülkesinin kuzeyini güvence altına almak için 335’te Trakya’daki kavimlerin üzerine yürüdü. Bu sırada öldüğüne ilişkin söylentiler yayılınca Thebai ve Atinalılar ayaklandılarsa da isyan kanlı bir şekilde bastırıldı ve Yunan devletleri Makedonya’nın hâkimiyetini kabul etmek zorunda kaldı.


İskender, tahta çıkışından itibaren Pers İmparatorluğu ile hesaplaşma planları yapmaktaydı. Bu hususta gerekli hazırlıklar tamamlandıktan sonra kral nâibi olarak yönetimi Antipatros’a bırakıp 334 yılının ilkbaharında üstün donanıma sahip ordusuyla Asya seferine çıktı. Mimar, mühendis, tarihçi ve ilim adamlarından oluşan bir danışmanlar grubunu da birlikte götürdü. Pers ordularıyla ilk defa Grenikos’ta (Bigaçayı) karşılaştı ve onları yendi. İskender, bir yıl içinde Anadolu’yu ele geçirerek 333’ün sonbaharında İssos ovasında büyük bir Pers ordusuna kumanda eden III. Dârâ (Darius) ile karşılaştı; bozguna uğrayan Dârâ Bâbil’e kaçtı. Bu zaferden sonra Doğu Akdeniz sahillerindeki Fenike şehirleri zaptedildi.

332’de on yıldan beri Persler’in elinde bulunan Mısır istilâ edildi. Halka ve dinî değerlere saygılı davranan İskender’e başrahip tarafından Ammon’un oğlu unvanı verildi. Ele geçirdiği ülkelerde kendi adına inşa edilen on altı şehirden en büyüğü olan İskenderiye’yi (Alexandria) kurdurdu ve kışı orada geçirdi. 331 yılının ilkbaharında Suriye’ye döndü, oradan da Mezopotamya’ya gitti. Ninevâ (Ninova) ile Erbil arasındaki Gaugamela ovasında Dârâ ile tekrar karşılaştıysa da Dârâ yine kaçmak zorunda kaldı. Güneye inerek stratejik önemi olan Bâbil’i aldı; ardından Zagros dağlarını aşıp İran’ın merkezine doğru ilerledi ve Persapolis’i alarak I. Keserkes’in sarayını ateşe verdi. Nihayet 330 yılının ilkbaharında Media’ya girip başşehir Ekbatana’yı aldı. Dört yıl boyunca ülkelerinden uzak kalan Yunanlı askerler arasında huzursuzluk baş gösterince geri dönmelerine izin verdi. İran toprakları merkez olmak üzere bir imparatorluk kurmayı tasarlayan İskender’in Makedonya ve Pers yönetim tarzlarından oluşan eklektik bir sistem kurdu ve ordusunu yeni baştan düzenledi. Daha doğudaki ülkeleri ele geçirmek için yeni bir sefer başlattı. Kısa zamanda bölgedeki satraplıkları kendine bağlayarak Hazar kıyılarına, oradan da Afganistan içlerine doğru ilerledi. Hindukuş dağlarını aşıp Seyhun ırmağına kadar gitti ve İskitler’in sert direnişini ancak 328 yılının sonbaharında kırabildi.

İskender, giderek Pers İmparatorluğu’nun gelenek ve göreneklerini benimsemeye başlamıştı; şahlar gibi taç giyiyor ve huzurunda herkesin yere kapanarak kendisini selâmlamasını istiyordu. Bir ara kendini tanrılaştırma düşüncesine kapıldıysa da Makedonyalılar ve Yunanlılar’ca alaya alınınca bundan vazgeçti. Bu sırada Baktriane prenseslerinden Roxana ile evlendi. Hindistan’ı fethetmek amacıyla bölge halklarından topladığı, engebeli arazide hareket kabiliyeti yüksek 35.000 kişilik yeni bir ordu kurdu; askerlerinin çoğu yabancıydı. 327 yazında Baktriane’den ayrılarak Hindukuş dağlarını ikinci defa geçen İskender 326’da İndus ırmağı yakınındaki Taksila’ya (Takşila) girdi. Bölgenin hükümdarı olan Poros’u yenerek Doğu Asya yönünde seferlerine devam etme düşüncesiyle Hyphasis (Beas) ırmağına kadar indiyse de ordudaki huzursuzluk sebebiyle geri dönmek zorunda kaldı. Bu bölgede de önemli gördüğü yerlerde kendi adıyla anılan şehirler kurdurdu. Hydaspes ırmağı kıyısında yaptırdığı tersanede yaklaşık 1000 gemi inşa ettirerek bazı birlikleri İndus vadisi boyunca Hint Okyanusu’na kadar indirtti. 325 yılında İndus deltasında bir liman ve tersane yaptırdıktan sonra dönüş hazırlığına başladı. Ordunun bir kısmı Nearkhos kumandasındaki gemilerle denize açılırken kendisi karadan kıyıyı takip ederek 324 ilkbaharında Susa’ya vardı. Makedonyalılar’la Persler’i kaynaştırıp yeni, dinamik bir ırk ve kozmopolit bir kültür meydana getirme siyasetine daha çok ağırlık verdiği bu dönemde kendisi Barsine ile (Statira) evlendi ve kumandanlarıyla askerlerini de bu yönde teşvik etti. Neticede 10.000 subay ve asker İranlı kadınlarla evlendi. Ancak orduda ve yönetimde soylu Persler’in giderek eşit düzeye gelmesi Makedonyalılar’ın tepkisine yol açtı. Bunun üzerine İskender eski askerleri memleketlerine göndermeye karar verdi. Aynı yıl Opis’te çıkan bir isyandan sonra İskender bütün orduyu dağıtarak Persler’den yeni bir ordu kurdu ve 10.000 eski askeri armağanlarla yurtlarına gönderdi. Daha sonra Bâbil’e geçti. Yeni şehirler inşa etme, yeni deniz seferleri düzenleme ve sulama kanalları açtırma planları üzerinde çalıştığı sırada içkili bir eğlencenin ardından ateşli bir hastalığa tutuldu ve on gün sonra Bâbil’de öldü. Cenazesi İskenderiye’ye götürülerek altın bir tabuta kondu.

Geniş bir coğrafyaya yayılmış birçok devleti on iki yıl gibi kısa bir zaman içinde ortadan kaldırarak buralarda büyük bir imparatorluk kuran İskender’in göz kamaştıran zaferleri, kendisinden sonra gelen devlet adamları için olduğu kadar sanatkârlar için de ilham kaynağı teşkil etmiş, hakkında destanlar yazılmış ve çeşitli menkıbelere konu olmuştur. Hatta bu çaptaki zaferlerin ancak mânevî bir güçle ve ilâhî bir destekle mümkün olacağını düşünenler giderek ona ruhanî bir kişilik izâfe etmiş ve Kur’ân-ı Kerîm’de kıssası anlatılan (el-Kehf 18/83-99) Zülkarneyn ile aynı kişi olduğunu sanmışlardır.